31 Ocak 2013 Perşembe

alakasız çağrışım

bir anı sanki o an yaşamıyormuşsun da bir anıya uzak zamanlardan bakıyormuşsun gibi hissediyorsun. 
ne kadar garip değil mi?

'hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. bilseydim bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?

evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu. derin bir huzurla her yerimi saran o harika altın an ,belki birkaç saniye sürmüştü, ama mutluluk bana saatlerce, yıllarca gibi gelmişti.'


29 Ocak 2013 Salı

the thin red line

The Thin Red Line’ı izlemeden önce Malick imzasını dikkate almadan klasik bir savaş filmi olduğunu düşünmüştüm. Çok büyük bir yanılgının içindeymişim meğerse… Beni bu yanılgıya iten şey filmdeki aktörlerin filmografilerinin birçok Hollywood filmiyle dolu olmasıydı. Filmin konusuna düz olarak savaş filmi olarak bakarsak yanlış anlaşılmalara elbette ki çok açık. Bilindiği üzere Klasik Hollywood Filmlerinde büyük bir doğa olayı ya da toplumsal olay vardır ve bu durum karakterlerin seçimlerini etkiler.



Bu filmin kesinlikle klasik filmlerden daha fazla söyleyeceği şeyi var. Hayat, ölüm, kardeşlik, şiddet gibi konularda kritikler yer alıyor. Filmde hiçbir şekilde savaş yüceltilmiyor. Adeta savaş karşıtı bir savaş filmi izliyoruz çünkü abartılmış kahramanlık, milliyetçilik ya da epik savaş sahnelerinin hiçbirine rastlamıyoruz. Malick bize sadece hikayesini anlatıyor ve ikna amacı gütmüyor. Öyle ki seyirci zaten filme kendini kaptırıyor. Klasik filmlerden farklı olarak çok kesin bir başlangıcı ve bitişi yok filmin. Eğer böyle bir beklentiye sahipseniz Malick bu tatminliği yaratmıyor olacak sizde. Bütün karakterler eksik yanları ve tereddütleriyle veriliyor. Biz askerleri görürken aynı zamanda onların insan yanını da görüyoruz. Aynı Marx’ın işçilerin ürettiklerine yabancılaşmalarını anlattığı gibi Malick de askerlerin yarattıkları şiddet karşısında kendilerine yabancılaşmasını anlatmış. Bir asker yaşadıklarına istifra ederek tepki verirken diğeri depresyona girmiş durumda. Film bittikten sonra aklımda kalan cümle de şu oluyor: ‘‘Ben birini öldürdüm ve bunun için kimse beni suçlamayacak.’’

16 Ocak 2013 Çarşamba

moonrise kingdom


Prömiyerini Cannes’da yapan Moonrise Kingdom(2012), sinefiller tarafından vizyona girmesi merakla beklenen bir filmdi. Senaryoda Wes Anderson’ın yanında Roman Coppola imzasını da gördüğümüz film, seyircileri 1965 yılının yazına götürüyor.Hayali bir adada geçen film adını Suzy’nin evden, Sam’inse izci kampından kaçtıklarında yaşadıkları Gelgit Koyu’ndaki sığınıklarından alıyor. Nostaljik unsurları başarıyla kullanan Anderson, bu filminde de başarısını yineliyor.


Anderson filmografisine hakim olanların da düşünebileceği üzere Suzy’i Tenenbaum Ailesi (The Royal Tenenbaums, 2001) filminde izlediğimiz Margot’a, Sam’i de Çılgın Liseliler (Rushmore, 1998) filmindeki Max’e benzetmemiz mümkün. Suzy’nin tıpkı Margot gibi melankolik bir havası var. 12 yaşındaki bir çocukla karşılaştırınca Françoise Hardy dinlemesi bile şaşırtıcı bir ayrıntı. Ailesinin evlerinde ‘How to Deal With a Very Troubled Child’ isimli bir kitap bulundurmaları da Margot’ın gençliğine ışık tutuyor adeta. Sam de Rushmore’da izlediğimiz Max gibi otoriteye karşı geliyor. Suzy ve Sam karaktersel benzerlikleriyle yetinmeyip fiziksel olarak da Margot ve Max’in birer kopyası gibiler. Hatta karakterler arası benzerliği hatırlatan ilk önce fiziksel özellikleri oluyor. Film ilerledikçe, onların psikolojik açıdan da yakınsayan yönlerini fark ediyoruz.


Yetim olan Sam’in bağlanabileceği tek insan Suzy’dir. Aile kavramından habersiz olan Sam hayata Suzy’e olan aşkı ve yaptığı resimlerle tutunuyor. Suzy ve Sam kaçtıklarında tüm ada onları bulmak için seferber oluyor. Ne var ki, bir kez bulunduktan sonra tekrar kaçıyorlar.
Kaçışları esnasında Anderson’ın şiddete ve cinselliğe olan eleştirisini olayların gelişiminden yakalayabilmemiz mümkün. Sam’i aramaya başlayan izci çocukların giderken zor kullanacak mıyız diye sormaları, bununla da yetinmeyip yanlarına baltalar ve çivili sopalar almaları şiddetin bir göstergesi niteliğinde. Suzy’nin izci bir çocuğa sol makasıyla yaralaması ve izci çocukların da Snoopy isimli köpeğin ölümüne sebep olmaları da işin cabası. Anderson şiddeti açıktan açığa gösterse de bunu rahatsız edici boyuta vardırmıyor.

14 Ocak 2013 Pazartesi

sanırım çıldırıyordum


paper yazarken kafayı yememek için öneriler.


(burayı ben iyice tumblr gibi kullanmaya başladım ya hayırlısı tabi.)
adı da pek ironik final letter.

13 Ocak 2013 Pazar

aslında pazarları pek sevmem


güzel müziğin iyileştirici etkisi belki? bir de yanında kahveyle..
bazı filmler var ki çocuk yaşta izleseniz bile akıldan çıkmıyor. işte amelie de onlardan biri. 
en yakın zamanda gene izlenmeli.

ah önümde keşke ders notları açık olmasaydı, daha mutlu olabilirdim :)