18 Mayıs 2013 Cumartesi




o kaybolan yılları hatırladı.

sanki tozlu bir
pencereden bakar gibi,

geçmiş görebildiği, ama
dokunamadığı bir şeydi.

ve gördüğü her şey
bulanık ve belirsizdi.

 in the mood for love 

31 Ocak 2013 Perşembe

alakasız çağrışım

bir anı sanki o an yaşamıyormuşsun da bir anıya uzak zamanlardan bakıyormuşsun gibi hissediyorsun. 
ne kadar garip değil mi?

'hayatımın en mutlu anıymış, bilmiyordum. bilseydim bu mutluluğu koruyabilir, her şey de bambaşka gelişebilir miydi?

evet, bunun hayatımın en mutlu anı olduğunu anlayabilseydim, asla kaçırmazdım o mutluluğu. derin bir huzurla her yerimi saran o harika altın an ,belki birkaç saniye sürmüştü, ama mutluluk bana saatlerce, yıllarca gibi gelmişti.'


29 Ocak 2013 Salı

the thin red line

The Thin Red Line’ı izlemeden önce Malick imzasını dikkate almadan klasik bir savaş filmi olduğunu düşünmüştüm. Çok büyük bir yanılgının içindeymişim meğerse… Beni bu yanılgıya iten şey filmdeki aktörlerin filmografilerinin birçok Hollywood filmiyle dolu olmasıydı. Filmin konusuna düz olarak savaş filmi olarak bakarsak yanlış anlaşılmalara elbette ki çok açık. Bilindiği üzere Klasik Hollywood Filmlerinde büyük bir doğa olayı ya da toplumsal olay vardır ve bu durum karakterlerin seçimlerini etkiler.



Bu filmin kesinlikle klasik filmlerden daha fazla söyleyeceği şeyi var. Hayat, ölüm, kardeşlik, şiddet gibi konularda kritikler yer alıyor. Filmde hiçbir şekilde savaş yüceltilmiyor. Adeta savaş karşıtı bir savaş filmi izliyoruz çünkü abartılmış kahramanlık, milliyetçilik ya da epik savaş sahnelerinin hiçbirine rastlamıyoruz. Malick bize sadece hikayesini anlatıyor ve ikna amacı gütmüyor. Öyle ki seyirci zaten filme kendini kaptırıyor. Klasik filmlerden farklı olarak çok kesin bir başlangıcı ve bitişi yok filmin. Eğer böyle bir beklentiye sahipseniz Malick bu tatminliği yaratmıyor olacak sizde. Bütün karakterler eksik yanları ve tereddütleriyle veriliyor. Biz askerleri görürken aynı zamanda onların insan yanını da görüyoruz. Aynı Marx’ın işçilerin ürettiklerine yabancılaşmalarını anlattığı gibi Malick de askerlerin yarattıkları şiddet karşısında kendilerine yabancılaşmasını anlatmış. Bir asker yaşadıklarına istifra ederek tepki verirken diğeri depresyona girmiş durumda. Film bittikten sonra aklımda kalan cümle de şu oluyor: ‘‘Ben birini öldürdüm ve bunun için kimse beni suçlamayacak.’’

16 Ocak 2013 Çarşamba

moonrise kingdom


Prömiyerini Cannes’da yapan Moonrise Kingdom(2012), sinefiller tarafından vizyona girmesi merakla beklenen bir filmdi. Senaryoda Wes Anderson’ın yanında Roman Coppola imzasını da gördüğümüz film, seyircileri 1965 yılının yazına götürüyor.Hayali bir adada geçen film adını Suzy’nin evden, Sam’inse izci kampından kaçtıklarında yaşadıkları Gelgit Koyu’ndaki sığınıklarından alıyor. Nostaljik unsurları başarıyla kullanan Anderson, bu filminde de başarısını yineliyor.


Anderson filmografisine hakim olanların da düşünebileceği üzere Suzy’i Tenenbaum Ailesi (The Royal Tenenbaums, 2001) filminde izlediğimiz Margot’a, Sam’i de Çılgın Liseliler (Rushmore, 1998) filmindeki Max’e benzetmemiz mümkün. Suzy’nin tıpkı Margot gibi melankolik bir havası var. 12 yaşındaki bir çocukla karşılaştırınca Françoise Hardy dinlemesi bile şaşırtıcı bir ayrıntı. Ailesinin evlerinde ‘How to Deal With a Very Troubled Child’ isimli bir kitap bulundurmaları da Margot’ın gençliğine ışık tutuyor adeta. Sam de Rushmore’da izlediğimiz Max gibi otoriteye karşı geliyor. Suzy ve Sam karaktersel benzerlikleriyle yetinmeyip fiziksel olarak da Margot ve Max’in birer kopyası gibiler. Hatta karakterler arası benzerliği hatırlatan ilk önce fiziksel özellikleri oluyor. Film ilerledikçe, onların psikolojik açıdan da yakınsayan yönlerini fark ediyoruz.


Yetim olan Sam’in bağlanabileceği tek insan Suzy’dir. Aile kavramından habersiz olan Sam hayata Suzy’e olan aşkı ve yaptığı resimlerle tutunuyor. Suzy ve Sam kaçtıklarında tüm ada onları bulmak için seferber oluyor. Ne var ki, bir kez bulunduktan sonra tekrar kaçıyorlar.
Kaçışları esnasında Anderson’ın şiddete ve cinselliğe olan eleştirisini olayların gelişiminden yakalayabilmemiz mümkün. Sam’i aramaya başlayan izci çocukların giderken zor kullanacak mıyız diye sormaları, bununla da yetinmeyip yanlarına baltalar ve çivili sopalar almaları şiddetin bir göstergesi niteliğinde. Suzy’nin izci bir çocuğa sol makasıyla yaralaması ve izci çocukların da Snoopy isimli köpeğin ölümüne sebep olmaları da işin cabası. Anderson şiddeti açıktan açığa gösterse de bunu rahatsız edici boyuta vardırmıyor.

14 Ocak 2013 Pazartesi

sanırım çıldırıyordum


paper yazarken kafayı yememek için öneriler.


(burayı ben iyice tumblr gibi kullanmaya başladım ya hayırlısı tabi.)
adı da pek ironik final letter.

13 Ocak 2013 Pazar

aslında pazarları pek sevmem


güzel müziğin iyileştirici etkisi belki? bir de yanında kahveyle..
bazı filmler var ki çocuk yaşta izleseniz bile akıldan çıkmıyor. işte amelie de onlardan biri. 
en yakın zamanda gene izlenmeli.

ah önümde keşke ders notları açık olmasaydı, daha mutlu olabilirdim :)

11 Aralık 2012 Salı

insan hakları demişken..


i was really frightened. they said they were going to give me electric shocks 
to the brain and that then i would become an idiot. 

i was frightened because i can only survive with my brain!

9 Aralık 2012 Pazar

'inci'ndik




inci pastanesi de kapandı. pardon, kapattırıldı demeliydim çünkü zorla kapı dışarı edildiler.
düşünsenize o mekanda kimler neler konuştu, ne hayatlar değişti, ne aşklar yaşandı. bir devri de böylece bitirmiş oldular. şimdi aynı kapanma tehlikesi beyoğlu sineması için de mevcut. hem de çok uzak değil, bahsettiğim zaman da ocak ayı.

peki neden bu tahliyeler? en büyük amaç tabi ki rant! birçok mağazanın beyoğlu şubesinin kar oranı diğer şubelerine göre çok daha fazla. inci pastanesi yerine de avm yapılması girişimi var.

tarlabaşı talimhane olma yolunda hızla ilerliyor. zeytinburnu'nun prag'a benzetilme, haydarpaşa'nın da otele çevrilme çabaları var. kamunun olan her şey özele dönüyor bir bir. kent metalaşıyor yani alınıp satılabilen bir objeye dönüşüyor. şehir hakkı var mıdır sorusunun cevabını vermek gitgide zorlaşıyor. karşıt görüşteki insanlar susturulmaya çalışılıyor ki pastane kapatılırken içeriye girmeye çalışan birinin gözaltına alınması da bunun kanıtı niteliğinde.

dün var olduğunu düşündüğümüz ya da en azından bunun çabasını veren yerler bugün artık yok olabiliyor. şehir kimliğini kaybediyor ve her yer birbirinin benzeri oluyor. aynı mentalitenin ürünü dükkanlar ardı ardına açılıyor. istiklal caddesi de uzun bir süredir bunun etkisi altında olan bir yer. farklılıkları öyle hızlı bir şekilde siliyorlar ki insanlar öğrendiklerinde artık çok geç kalınmış oluyor.


üstteki fotoğrafı yazın çekmiştim. bütün renkler beyoğlu'nda falan değil. artık beyoğlu'nda fazla da renk kalmadı.