Bu filmin kesinlikle klasik filmlerden daha fazla
söyleyeceği şeyi var. Hayat, ölüm, kardeşlik, şiddet gibi konularda kritikler
yer alıyor. Filmde hiçbir şekilde savaş yüceltilmiyor. Adeta savaş karşıtı bir
savaş filmi izliyoruz çünkü abartılmış kahramanlık, milliyetçilik ya da epik
savaş sahnelerinin hiçbirine rastlamıyoruz. Malick bize sadece hikayesini
anlatıyor ve ikna amacı gütmüyor. Öyle ki seyirci zaten filme kendini
kaptırıyor. Klasik filmlerden farklı olarak çok kesin bir başlangıcı ve bitişi
yok filmin. Eğer böyle bir beklentiye sahipseniz Malick bu tatminliği
yaratmıyor olacak sizde. Bütün karakterler eksik yanları ve tereddütleriyle
veriliyor. Biz askerleri görürken aynı zamanda onların insan yanını da
görüyoruz. Aynı Marx’ın işçilerin ürettiklerine yabancılaşmalarını anlattığı
gibi Malick de askerlerin yarattıkları şiddet karşısında kendilerine
yabancılaşmasını anlatmış. Bir asker yaşadıklarına istifra ederek tepki
verirken diğeri depresyona girmiş durumda. Film bittikten sonra aklımda kalan
cümle de şu oluyor: ‘‘Ben birini öldürdüm ve bunun için kimse beni
suçlamayacak.’’
Olayları kendine özgü anlatışı onu birçok yönetmenden farklı bir yere koyuyor gözümde Malick’i. Tree of Life ve Days of Heaven filmlerinde olduğu gibi anlatıcı ya da iç ses kullanarak seyircinin olaydan kopmasını engelliyor. Bu iç sesler bana nasılsa Sartre’ın Özgürlük Yolları romanını hatırlatıyor. Sartre’ın Nobel’i reddedişi kadar keskin bir başkaldırı olmasa da The Thin Red Line’da da bir karşı tepki mevcut.
Olayları kendine özgü anlatışı onu birçok yönetmenden farklı bir yere koyuyor gözümde Malick’i. Tree of Life ve Days of Heaven filmlerinde olduğu gibi anlatıcı ya da iç ses kullanarak seyircinin olaydan kopmasını engelliyor. Bu iç sesler bana nasılsa Sartre’ın Özgürlük Yolları romanını hatırlatıyor. Sartre’ın Nobel’i reddedişi kadar keskin bir başkaldırı olmasa da The Thin Red Line’da da bir karşı tepki mevcut.
Romandan uyarlama bir film olmasına rağmen biz bu noktayı
unutabiliyoruz. Işık ve mekan o kadar güzel bir harmoni içerisinde ki sürekli
bir tablo izliyormuşuz izlenimine sahip olabiliyoruz. Bir çarpışma meydana
geldiğinde askerlerin yüzlerini göremiyoruz, görebildiğimiz siluetleri oluyor.
Aslında bu esnada önemli olan ayrıntılar değil de şiddetin ve ölümün
izdüşümleri oluyor.
Film birçok sahnesiyle hayatın ironilerini gözler önüne seriyor. Tıpkı iç sesin filmin sonunda söylediği gibi; ‘‘ Gün karanlığa, aşk kavgaya dönüşüyor. Bunlar aynı yüzün farklı özellikleri gibiler.’’
Hatta film en başta bir ironiyle açılıyor. Cennetsi bir
doğada timsah suların içinde yüzüyor. Bir başka ironi de filmin ortalarında
kendini gösteriyor. Kamera bir yaprağın üzerindeki bir damla kana odaklanıyor.
Bunu görünce hayat ve ölüm arasındaki ince çizgi akıllara geliyor. Bir yandan
kuşlar doğarken bir yandan askerler ölüyor. Doğa kendini bir şekilde
zıtlıklarla dengeliyor.
Filmin sonunda da Malick bizi doğaya götürüyor gene. Bütün doğa uyum içinde, yerli insanlar, kuşlar, suyun rengi, hatta sandalın suyun üzerinde duruşu bile. Filmin bir yerinde iç ses ‘‘Ne gördüğünü söyle’’ der ve cevaplar ‘‘Kirlilik, sadece kirlilik’’. Eğer doğa bile kendini yenileyebiliyorsa tüm yaşananlardan sonra insanların da kendini yenileme olasılığı var mıdır acaba?
Filmin sonunda da Malick bizi doğaya götürüyor gene. Bütün doğa uyum içinde, yerli insanlar, kuşlar, suyun rengi, hatta sandalın suyun üzerinde duruşu bile. Filmin bir yerinde iç ses ‘‘Ne gördüğünü söyle’’ der ve cevaplar ‘‘Kirlilik, sadece kirlilik’’. Eğer doğa bile kendini yenileyebiliyorsa tüm yaşananlardan sonra insanların da kendini yenileme olasılığı var mıdır acaba?
Savaş kötü birşey, askeri eğitim alırken bir cemse arkasında gencecik insanlar olarak atış alanına giderken şöyle düşünmüştüm o yaşımda, şen şakrak kamyon kasasının tahta tabanında oturan arkadaşlarıma bakarken " bu cıvıltılı genç neş'emiz gerçeğine giderken de böyle mi olur acaba?".. Henüz insanlıktan kopmamıştık, dağıtıldığımız yerlerde gördüklerimizden sonra insanlıktan uzaklaşmanın toplu davranışa dönüşmesinin-robotlaşmanın çaresizliğini, var olabilmek için sıkıştığın cenderedeki çaresiz teslimiyetin eve döndükten sonra en az 5 yıl uykundan "hala oradayım zannıyla boğulurcasına uyanmanın" ne demek olduğunu yalnızca bunu yaşayanlar bilir.. Bu bir şikayet değil, özgürlüğün kıymetini gerçekten anlama halidir..!
YanıtlaSil